8 Aralık 2011 Perşembe

Öğretmene Mektup

Oğlumun okulundan rehberlik öğretmeni "Efe'yi anlatan bir mektup" istemiş. Ben de geçtiğimiz pazartesi yazıp verdim.

"25/Ocak/2008 tarihinde normal doğumla tam gününde dünyaya geldi. 16 ay anne sütü aldı. Emeklemeden yürüdü.
Çalışan bir anneyim 2011 Eylül ayına kadar yani okulunuza başlayana kadar annem baktı. Anneanneden dolayı her istediği yapılan bir dönem geçirdi. Yemek alışkanlığı olmayan bir çocuk. Hazıra çok alıştı, çünkü hep annem yedirdi.
Televizyon izlemeyi, özellikle CD izlemeyi çok sever. Şimşek Mcqueen, Buz Devri, Mickey Mouse, Oyuncak Hikayesi,vb… Boş durmayı hiç sevmez, sürekli bir şeylerle meşgul olmak ister. Yerinde duramayan bir çocuk. İp baskısı, patates baskısı, sulu boya, kağıt karalama çok hoşuna gider. Elektronik eşyalara ayrı bir ilgisi var. Onları açıp kapatmak, dönen bir parçası varsa saatlerce izlemek en büyük keyfi.
Bana çok düşkün. Babasını işinden dolayı az görüyor, babası ile çok yakın değil. Hep bir arada iken her şeyiyle benim ilgilenmemi ister, genelde babasından bir isteği olmaz.
Kokulara ve seslere karşı aşırı duyarlı. Kötü ve güzel kokuyu hemen alır ve tepki verir. Yüksek ses olduğu zaman kulaklarını kapatır aşırı derecede rahatsız olur.
Meraklıdır, değişik bir şey gördüğü zaman mutlaka onunla ilgili sorular sorar, bakmak ister, çalışan bir şeyse çalıştırmak ister. Evde yaptığım her işi o da yapmak ister. Yumurta pişiriyorsam çeker sandalyeyi hemen işe koyulur, kek, yemek vb. ne yapıyorsam. Evde hep bir yardımcım var yaniJ. Her işin ucundan tutarJ.
Yüksek sesle uyarılmaktan hiç hoşlanmaz. Sakin ve tatlı dille anlatılmasını ister. (Ama bu her zaman mümkün olmuyor. Böyle bir durum yaşadığımız zaman özür dilememi bekler). Olmadık zamanlarda olmadık şeylere tutturması sabrımı zorluyorJ.
Arkadaş olmak, oynamak ister ama pek başarılı olamaz. Oyuncaklarını paylaşamaz. Kendinden büyüklerle daha iyi anlaşır. Onlara istediğini yaptırabilir. Bu nedenle büyüklerle oynamak işine gelir.
Sabırsızdır. İstediği bir şey hemen olsun ister, beklemeyi sevmez.
Hırslıdır. Bir şeyi yapamadığı zaman çok sinirlenir, üzülür.
İstemediği bir şeyi yaptırmak çok zordur. Mesela istemediği bir bluzu giydiremem, kabul etmez.  
Yaptığı bir şeyi hediye etmeyi çok sever, mutlu olur. Hediye almayı da çok sever. Özellikle oyuncak. Öğretmeninin verdiği yapıştırma yıldız, gülen surat O’nun için çok değerlidir. İlgi odağı olmak hoşuna gider.
Okulunu ve öğretmenlerini çok seviyor. Mutlu bırakıyorum ve mutlu alıyorum. Okulun ilk haftalarında biraz sorun yaşadık, ama çabuk uyum sağladı. Sadece akşamları geç yattığından sabah biraz zor oluyor. Sınıfında birkaç arkadaşı dışında herkesi çok seviyor. Üç arkadaşından biraz rahatsız zannedersem, O’nları yaramaz diye nitelendiriyor. Evden götürdüğü oyuncakları onlara vermeyeceğini söylüyor. Sınıfındaki Asya Efe’nin en kıymetlisi.  O’na prenses diye hitap ediyor. Çünkü annesi O’na uzun etek giydiriyormuşJ.
Okulda tek başına uyuduğu için mutlu oluyor ve bunu benimle paylaşıyor. Okulda yapılan faaliyetlerden çok mutlu oluyor. Bize satranç öğretiyor.
Çocuklarla uğraşmak gerçekten zor bir iş. Onları en iyi şekilde yetiştirmek, gelecekte başarılı, sağlıklı ruh haline sahip insanlar olmasını sağlamak en önemli görev. Karşılıklı iletişimle bunu sağlayabileceğimize inanıyorum. Emekleriniz için teşekkür ederim."


2 Aralık 2011 Cuma

Bir arabam bile yok

Hay allahım ya ne zor işmiş bu araba almak. Neredeyse iki aydır araba bakıyorum. Normalde arabayla hiç alakam yoktur. Hiç bir şeyinden anlamam ama bu iki ay içinde baya bilgi sahibi oldum. Modeli, benzinlisi, lpglisi, otomatik vitesi, manuel vitesi, yarı otomatiği, kmsi, kaputu, çelik jantı, abssi, kış-yaz lastiği, triger kayışı, daha bunun gibi pek çok şey:)))

Neyse işte benim beğendim bütçeyi aşıyor, bütçeme uygun olanı içime sinmiyor. O kadar parayı vermişken şundan alalım, yok modeli yüksek olsun, yok değişeni olmasın, yok boyalı olmasın. Tam beğeniyoruz bakmaya gidiyoruz hayal kırıklığı araba pert, başa dönüyoruz. Bu kadar incelersen araba alamazsın tabi. Haaa birde oğlumun kırmızı şimşek sevdası var, almışken kırmızı alayımda Efe'nin de gönlü olsun diye diye kaldık. Kardeşim sağolsun bana yardımcı oluyor, araştırıyor, beğendiklerine gidip bakıyor ama bu seferde eşimle anlaşamıyorlar. Eşimin beğendiğini kardeşim istemiyor, kardeşimin önerdiğini eşim istemiyor. Bu durumda olan gene bana oluyor arabasız kalıyorum. Efe okula gidiyor olmasaydı araba filan aklımda yoktu. Sırf soğukta perişan olmayalım diye istiyorum. Bana sorarsanız bisiklete razıyım o derece yani.

Son zamanlarda sağolsun işten arkadaşım Saylan Abla ve abisi eve kadar bıraktılar. Ama her zaman her zaman olmazki yüzüm kalamdı valla. Eşimin işi olmadığı zaman biraz erken çıkıyor, şirkette bekliyoruz gelip alıyor bizi. Diğer zamanlarda kardeşimle gidiyorum. Acil araba lazım ama araba işi de aceleye gelmiyor işte, parayı kolay kazanmıyoruz ki kolay harcayalım. Adam yazmış 98 modele ondört-onbeş bin. Onüç yaşında araba iki-üç yılda benim kullandığımı düşünürsek. Düşün düşün... işin.:)))

Neyse iyi birşey düşürmek gerekiyor, onun içinde sabredip beklemek icap eder. Hayırlısıyla bir arabam olsun da; geç olsun güç olmasın. Aldıktan sonra bir sorun çıkartmasın, yolda izde bırakmasın beni çocuğumla. Kazasız belasız binmek nasip etsin. Bir de ödeme kolaylığı. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız borç da o bakımdan:)) Borç yiğidin kamçısıdır diye diye geldik bu günlere, hayırlısı olsun.

Efe'de bu arada babasına sitem edip duruyor. "Babacım ne zamandır anneme kıymızı şimşek almıyoysun, alalım alalım diyoysun ama almıyoysun". Oğlum sanki pazardan elma, armut alıyorsun, kolaymı ölye ha diyince araba almak. Çocuk olmak var işte, hayal dünyalarında hemen herşeyi hallediyorlar. Onların dünyasındaki banka hemen para veriyor ama parayı geri istemiyor zannedersem.:))) "Evet oğlum bir türlü alamadı baban bana arabayı" dediğimde "ben sana alıyım annecim" diyor. Oy kıyamam ben oğluma annesini de düşünürmüş. Geçen günde parası olunca bize alacağı şeyleri sıralıyor. Aman allahım neler neler aldı bize. Kuyumcunun önünden geçiyoruz. Tek taş yüzük beğendi ve onu aldı, hem de bir kaçtane "annecim şuda sana çok yakışıy" sağolsun oğlum benim. Babasına araba aldı, kurtarma helikopteri aldı (kendisinin şu sıralar en çok istediği oyuncak). Kendisine de "kahveyengi ayaba" aldı ne alaka onu çözemedim henüz.

Araba konusunda bir iki hafta daha idare etmeyi düşünüyorum. Ama 2012 yılına girmeden aralık ayı içinde halletmem gerekir, yoksa fiyatlar artacak. Hakkımda hayırlısı olsun. Hem yeni yıla arabamla girerim. Yeni yıl hediyesi olur. 

Sabırlı kalalım...

20 Ekim 2011 Perşembe

Rüzgar Fatiha götürüyor ŞEHİDİMİN kabrine...

Ağlıyoruz…
Bayraklar ellerimizde, hüznümüz yüreğimizde
Gözümüzde yaş.
Döküldük sokaklara; kahrolsunlar arkadaş.
Yas tutuyor ırmaklar, ormanlar, dağlar…
Sizi nasıl… nasıl unutsunlar.
Bulutlar ağlıyor, analar yanıyor..
Türkiye haykırıyor…
Rüzgar Fatiha götürüyor şehidimin kabrine
Toprak bağrına basmış incitmiyor…
Bayramlar bayram olsun dedik
Bayram arefesine yasla girdik
Uğurluyoruz yüreklerimiz dağlanarak,
Hakkımız helal olsun, başımız sağolsun…
                                              

Ağlamak, dövünmek hiç bir fayda etmiyor işte, etmeyecekte. Duyarlı olacaksın, herşeyi devletten beklemeyeceksin. Ama hep başkalarından bekleriz, kendimizde hiç suç bulmayız. Savaşmak, mücadele etmek sadece dağda silahla olmaz. Eğitimle olur, vatan sevgisiyle olur. Bugünün çocukları yarının gençleri. Çocuklarımızdan başlamalıyız. Doğuda okul yok, öğretmen yok, kitap yok. Buradaki çocuklar ne olacak dağa çıkacak. Doğuda bir okulda görev yapan bir öğretmen "kütüphane yok" diyor, "kitap yok" diyor. Kaçımız o okulun adresini alıp kitap temin ediyoruz. Kaçımız orada muhtaç çocuklara yardım ediyor. Bugün polisimize taş atan çocuklar yarın silah sıkıyorlar. Çocuk diyoruz yarın silah sıkacak demiyoruz. Doğuya gezmeye bile gitmekten çekiniyoruz, niye orası da Türkiye'nin bir parçası değilmi. Bir ağacı köklerinden kesersen kurumaya mahkumdur. Sorunları kökten halletmek gerekiyor. Mesela okullarda kitaplar toplansın her ilin bir deposu olsun, oralara gönderilsin. Köy okulundaki öğretmenler kitapları oradan temin etsin. Bu sürekli olsun. Yine bir arkadaşım anaokulunda "oyuncak yok" diyor. İlk öğrenme oyunla başlıyor. Efe'ye sözle söyleyerek yaptıramadığım şeyleri oyunla, oyuncakla yaptırıyorum. 0-6 yaş grubunda oyun iyi bir öğrenme şekli. Doğudaki çocuklar çocuk gibi büyümüyor. Terörün içinde büyüdükleri için belkide onlara çok normal geliyor. Askeri de düşman görüyor. Aileler öyle yetiştiriyor. Aslında teröristler onları askerlerden koruyor biliyor. Şimdi bu çocuk büyüyünce ne olacak. Sen batıdaki çocuğa her imkanı sağla, interneti olsun, okulu, öğretmeni, kitabı olsun. Ayrımcılık ilk yaşlarda başlıyor işte. Doğudaki orayı ayrı bir devlet olarak görüyor, öyle büyüyor. Aynı memleketin çocukları karşı karşıya geliyor, kurşun sıkıyor. Dış devletler bizi birbirimize düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Cahil, yoksul insanları kandırıp eğitim veriyorlar. Bizim insanımızı bize karşı kışkırtıyorlar.

Cahiliz diyorlar, öğretmenleri öldürüyorlar, okulları yakıyorlar; hastayız devlet bakmıyor diyorlar doktoru öldürüyorlar; yolumuz yok diyorlar mühendisleri kaçırıyorlar; özgür değiliz diyorlar askerimize kurşun sıkıyorlar...

Savaşın, şiddetin dilinin ağır bastığı, gencecik bedenlerin toprağa düşmeye devam ettiği bu kasvetli ortamda insanlar ölüyor, insanlık ölüyor. Hiçbir sözün kıymeti kalmıyor. Sesimiz silahların sesinden daha yüksek çıksın artık, kan ve gözyaşını çoğaltmaktan başka bir işe yaramayan silahlar sonsuza kadar sussun; barışı ve bir arada yaşamayı konuşalım. Barış ve kardeşliği toprağa gömmeye bir son verelim... Barış haberleri okuyalım manşetlerde; kaç şehit verdik değil.

BARIŞ DİLİYORUM...

        

18 Ekim 2011 Salı

Yaşasın köpük sıktılar.

Doğuda bir yerlerde bir köyde...

Sabah televizyon açık, Efe'ye kahvaltı yaptırmaya çalışıyorum. "Şükürler olsun köpük sıktık; kan dökülmeden, silah çekilmeden düğünü tamamladık" dedi birisi. Onlar için ne kadar zor birşeyse artık silah sıkmadan düğün yapmak; şükürler olsun diye dua ediyor. Köylülerin ellerinde köpük makinası var havaya sıkıyorlar, illa bir şey sıkacaklar yani:))) Allahım yarabbim biz nasıl varlıklarız böyle. Heyo!..Heyo!... yaşasın düğün yapıyoruz. Şalvarlı şalvarlı amcaların, abilerin ellerinde köpük makinası sıkıyorlar sağa sola. Gülüyorummm:))) Bakakaldım ekrana. Efe "noldu anne" dedi. Bir an kahvaltı olayından sıyrılıp, doğunun o köyüne gittim tabi. "Hadi oğlum sütünü bitir, hadi oğlum geç kalıyoruzlar.. durdu bir an". Kendi kendime anlamsız bir mutluluk yaşadım. Vay be dedim, isteyince olmayacak bir şey yok:)) "Köpük sıkmışlar oğlum" dedim. Efe'nin arada bir aklına düşüp köpük çıkarttığı şu makina. "Allah allah ne var ki bu kadar şaşıracak, ben hep yapıyorum bunu. Annem bana kahvaltı yaptıracam diye kafayı yedi herhalde" der gibi saf saf baktı çocuğum. Bilmiyor tabi doğuda yaşamanın ne kadar zor olduğunu. Orada kurallar var. Her şeyden önce töre diye tüm kuralları koyan bir sistem var. İnsanlar kendi mantıklarıyla hareket edemiyorlar. Töre ne diyorsa o oluyor. Aile meclisi var mesela. Bir baba kızı ile ilgili kararı kendi veremiyor; aile büyükleri bir araya geliyor, karar veriliyor. Beni derinden etkileyen ise; bir insan için ölüm kararı almaları. Bir ağbey gözünü kırpmadan, yüreği taş kesilmiş bir şekilde bacısını öldürüyor. Niye çünkü namusunu temizliyor, başı dik geziyor...

Ah be oğlum nasıl bir dünyada yaşıyoruz büyüyünce anlayacaksın. Senin oynadığın köpük makinası gibi olsa...

Doğuda kadın olmak çok daha zor. Bir kere okuma şansın yok. Küçük yaşta başlık parası uğruna yaşça büyük birisiyle evlenmen gerekiyor. Niye ailen öyle karar vermiş. Yok yaaa. Doğuda olmadığıma sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Ben şükürler olsun ki orada dünyaya gelmemişim, şükürler olsun ki öyle cahil bir ailem yok. Ama orada yaşayan küçücük yüreklerin ne günahı var. Onlar adına çok üzülüyorum. Sevmeyi bırak kendinden yaşça büyük bir insanla evlendiriyorlar. Sadece düşüncesi bile insanın miğdesini bulandırıyor.

Geçen gün kanalları geziyorum. Muş'un bir köyünde yerel bir televizyon programında 13-14 yaşlarında bir öğrenci konuşuyor, yanındaki öğretmeninden güç alarak. "Biz okumak istiyoruz" diyor ışıl ışıl umut dolu gözlerle. "küçük yaşta evlenmek istemiyoruz, başlık parasına bir eşya gibi satılmak istemiyoruz" diyor. Şaka gibi yemin ederim yok böyle bir şey. "Yok canım hangi yüzyılda yaşıyoruz, öyle şey olur mu?" Oluyor işte onlar daha kaçıncı yüzyıla gelememişler, daha insan nasıl olunur onu öğrenememişler ki yüzyıl yaşasınlar... Bir kere çocuklarını işçi olarak görüyorlar, ne kadar çok çocuk o kadar çok işçi, karın tokluğuna; sonra biraz büyüdümü sat gitsin zengin birine ohhh paraları indir cebe. Bide erkeğim diye dayı dayı geziyor işte bu varlıklar. Şu an onlara bildiğim bütün küfürleri ediyorum işte. Elimden hiç bir şey gelmemesine ayrıca sinir oluyorum. Bu durumu düzeltmeyen, düzeltemeyen yetkililere de küfür ediyorum. Gerçi son yıllarda yapılan güzel şeylerde var. Kız çocuklarını okutmak için kampanyalar filan yapılıyor. İşte ne bileyim ilköğretim sekiz yıla çıktı. Öğretmenler kızlarını okula göndermeyen ailelerle gidip birebir görüşme yapıyorlar...

Bir reklam vardı o reklam da çok etkilemişti beni. Öğretmen sınıfta yoklama yapıyor, isimleri okunanlar burada diyor ama; biri tarlada çalışırken, biri küçük kardeşine bakarken, biri gelinlik giymiş damadı beklerken. Özellikle en sonuncusu; tüylerim diken diken olmuştu ilk izlediğimde; çocuk daha yaaaa. Kafalarınızın içinde ne taşıyorsunuz siz...

Doğuda bayan doktor istiyorlar erkek denilen varlıklar, eşlerini bayan doktora götürmek istiyorlar; amma velakin kızlarını okutmuyorlar. Çok değil yaaa azıcık beyin olsa ya da düşünebilseler; hem okutmayalım hem isteyelim. Oldu olduuu.. allahım yarabbim bak yine gerim gerim gerildimm.

Seninde oğlun/kızın okuyabilir, doktor, hakim, avukat, öğretmen...olabilir. Neden engelliyorsun, emin ol sana kazandırdığı başlık parasından daha çok para kazandırır. Amaç paraysa. Mesela çok iyi bir cerrah olur, o zaman paraya para demezsinn...Hasta olduğun zaman en iyi hastanelerde tedavi olursun. Sen yeterki okutmak iste eyyy doğulu, şalvarlı amcam...Yürekler karalar bağlamasa, kızların umutları-yarınları kaybolmasa. Güzel olmamı yaaaa:(((

Gönüller gülsün yeter.

          

14 Ekim 2011 Cuma

...acı biberle, ballı kaymak bir arada...

Kahvede hayat gibidir işte. Bazen acı bazen tatlı. Önemli olan kahveyi kiminle içtiğindir; doyasıya, samimi, içten, dostça... Dostlar hatırıma geldikçe hüzünlenirim bazen, vefasızız derim kendi kendime. Tutturmuşuz bir iş güç gidiyoruz bakalım. Bu koşuşturmaca içinde oğlumu bile kısıtlı görmek zorundayım. Eşimi, ailemi, dostlarımı, arkadaşlarımı... Bazen öyle yoğun oluyorum ki iş yerinde bile arkadaşlarımı görmeden, iki laf etmeden akşam oluyor. Aslında yoğun olmayı, çalışmayı, üretmeyi seviyorum. İnsanın yapacak bir şeyi olmamasından daha kötü bir şey yoktur. Boş olmak insanı bunalıma sokar, hasta eder hatta. Dengeyi iyi korumak gerekiyor. Çok çalışmakta sağlımızı, herşeyden önce ruh sağlığımızı bozar. Ne olacak şimdi işim var zamanım yok, zamanım var işim yok.:)))

Oğlumda hayatın zorlu yollarına alışmaya çalışıyor bu yaşında. Benimle birlikte çıkıyor evden, benim birlikte eve giriyor. Daha pazartesiden hafta sonunu saymaya başlıyor. "Bunu gittik" bir parmak kapanıyor, dört parmak açık. "Bunu gittik" ikinci parmak kapanıyor. Mesela bugün Çarşamba üçüncü parmakta kapanıyor. İki parmak açık. "Bunu gitcez" , "bunuda gitcezzzz tatillll" bir haftayı biricik oğlum böyle tamamlıyor. İnşallah geleceği parlak, akıllı, vatanına ve ailesine hayırlı bir evlat olur. Parlak bir geleceğe, sağlıklı düşünen gençlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İhtiyacımız olan okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek ve zekayı geliştirmektir. Cahillik çok zor şey. Düşmanın bile akıllısı daha hayırlı değilmidir.

 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivalinde “Sanatta Sosyal Sorumluluk” ödülünü Rutkay Aziz almış. Törende yaptığı konuşmayla büyük alkış almış.    

1979 ve 1980 yıllarında benim doğdum yıllarda sansür ve darbe nedeniyle yapılamayan film yarışmalarının ödüllerinin 30 yıl sonra sahiplerini bulacağını belirten Rutkay Aziz, bunun tüm dünyaya örnek olması gerektiğini vurgulamış:

''Umarım faşizm ve darbe döneminden geçen ülkelerin sinemacıları da bu örneği kendi ülkelerinde paylaşırlar. Dilerim bu ödülü hak etmişimdir. Ola ki moda deyimle 'bir döneklik' olursa, bu verdiğiniz ödülü özgürce geri alma hakkına sahipsiniz. Gerçek sanatçılar ülkesinin ve dünyanın gerçeklerine tanık olmakla yükümlüdür. Benim ülkemde tanık olduğum, hukukun üstünlüğünün yittiği, adaletsiz bir kalkınma girişiminin hızla yol aldığı, parasız eğitim pankartı açan öğrenci arkadaşımın 16 ay hapis yatması...

Dünyanın hiçbir ülkesinde kadın, çocuk bu kadar tacize, cinayete maruz kalmıyor. Dünyanın gerçeği, savaş çığlıkları, açlık, işgal, sömürü... Sinema, Şarlo'nun dediği gibi "bir barış sanatıdır ve kendi içindeki barış niteliğini koruyarak dünyaya katkı sağlayacaktır.”"

Dün izlediğim "kim milyoner olmak ister" yarışma programında Kenan Işık'ın söylediğinden de etkilendim. "Dünyanın geleceğine dair kararların altında siyasetçilerin değilde, sanatçıların imzası olsaydı hayat bambaşka olurdu". Ülkemizde sanata ve sanatçıya çok önem verilmiyor. Yazarların ve şairlerin çoğu hapse giriyor. Bu demek oluyorki bazı insanlar gerçeklerden rahatsız oluyor.

"Bilgi sahibi olmanın yolu sözle; sanat bellemenin yolu ise işledir" Atatürk'ün bu sözünde de dediği gibi araştırmacı olmak, işi ustasından öğrenmek gerekiyor. Ustalar yok oldukça kolu çolak, ayağı sakat, hastalıklı ve alil bir toplum olmaya devam ederiz.

Böyle bir dünyada yaşamak; ayaklarının üzerinde durmak, kişiliğini kaybetmeden onurlu bir şekilde hayatını devam ettirmek, ahlaklı olabilmek, hakkı-hukuku bilmek, bilgiyi doğru kaynaktan öğrenebilmek, kendi kararlarımızı verebilmek, kimsenin kuklası olmamak  gerekir. Geçmişimizden ders alıp aynı hataları tekrar etmeden daima ileriye yürümemiz şart.

İşte oğul; bu dünya böyle. Yanında ama uzak, büyürken fedekar, kararlarında yol gösterici ama engel değil, başarılarında sevinç, seviçlerinde katılımcı, heyecanlarında candan, aşklarında mahsun, yaşlılığımda özlem..       

Hayatın zorlu yollarında hep yanında olabilmek dileği ile.


7 Ekim 2011 Cuma

Mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilmek...

"Küsmek için bahaneler arayacağına, sevmek ve sevilmek için çareler ara" demiş Hz. Mevlana.

Ne güzel demiş büyük düşünür. Küsmek için hep bir bahanemiz var. Aslında sevmek ve sevilmek kadar güzel bir şey yok dünyada. İçimizdeki bu duygular olduğu sürece, oturup konuşmayı öğrenmedikçe küsmeye devam ederiz. Küsmekten nefret ediyorum aslında, kin duymak doğama aykırı ama öyle şeyler oluyor ki hayatın içinde; her şeyden, bütün insanlardan nefret ediyorum, küsüyorum herşeye. Küstükçe kararıyor içim, kömür oluyor içimde tüm sevgim, içtenliğim, fedekarlığım....Küsmek çok cahilce bir davranış geliyor bana, hiç bir faydası olmuyor. Kavga etmek bile daha akıllıca, o sırada düşüncelerini söyleyebiliyorsun, salya sümük ağlıyorsun belki ama en azından derdini ifade ediyorsun. Küsmek herşey bitmiştir anlamına geliyor. O halde küsüyorsan ömür billah konuşmayacaksın, bir araya gelmeyeceksin. Bu mümkün değilsede küsmeyeceksin. Geminin içindeki su değil, altındaki su olacaksın. Küsmek için bahane aramayacaksın, çözüm bulacaksın. Küsmek işin en kolayıdır. Konuşmaktan, kavgadan korkan küser bence. Ağaç dalındaki meyvesi onu aşağıya çekiyor diye küsecekmi  şimdi, tüm meyvelerini bıraksın o zaman teker teker. Yok öyle zor da olsa taşıyacak o meyveleri. Belki dalın ağırlığından yere koyacak başını ama taşıyacak meyvesini. Hayatta iyi günler de oluyor, kötü günlerde, bırakıp gitmek yerine mücadele edeceksin. Küsmek yaşamı geriye alır bence, ilerleyemezsin.

Belki arada bir kendinle kalmak, uzun uzun düşünmek iyi olur ama küsmek asla. Hiçbir şekilde onaylamıyorum küsmeyi, küsüp gitmeyi...Küsmeyi huy edinenlere de çok kızıyorum, kabul edemiyorum.

Üzüm olgunlaşmadığında suyu acıdır, olgunlaştığında tadı bal olur. O zaman olgunlaşmasını beklerim, sabırla beklerim. "Sabır genişliğin anahtarıdır" demiş yine büyük düşünür Hz. Mevlana.

Eğer küseceksem Efe gibi küsmeliyim. Mesela istediği bir şeyi yapmadım, itiraz ettim. Çok sinirleniyor, kendince kızıyor bana, söyleniyor. "Seni sevmeyeceğim bir daha" diyor. "Küsüyorum işte" diyor. Suratı ekşiyor, yüzü düşüyor... Ama yaptığım ilk güzel şeyde mutlu oluyor, hiçbir şey olmamış gibi neşesi yerine geliyor. Biraz önceki olayı çoktaaaaan unutmuş oluyor. Hakikaten bilmenin de bulmanın da alameti “gönül vermek”tir. Gönül vermek; aşkla sevmek, hesapsız bağlanmak, tereddütsüz teslim olmaktır. Bir çocuk masumluğuyla ...

Her zaman mümkün olmuyor işte... İçimdeki çocuğu küstürüyorlar. 

Mutluluk benimle, elem yok olsun...

Barış dolu günlerime...
 

Ve yeniden yorumlamaktır hayatı her yeni günde...




Sevmek dokunmaktır
İnsana, eşyaya, dokuya, ruha...
Minik bir dokunuşla hissetmektir hayatı, kendince...
Sevmek sarılmaktır, bazen sarınmaktır.
Özendir, inceliktir, zarafettir...
İlmek ilmek el emeği, göz nurudur.
Kendi kanatlarıyla uçmaya hazırlanan güvercin heyecanıyla
Bir genç kız saflığında, tatlı bir düş,
Ve onun çeyiz sandığından çıkan nadide bir parçadır kimi zaman;
Kullanmaya kıyılamayan...
Üzerinden yıllar geçse de bazen;
Eskimeyen, değerini yitirmeyen bir an, yüreklerde bir iz.
Düşündüğünüzde yüzünüze yayılan tatlı bir tebessümdür sevmek.
Ve sevmek, eskimesine izin vermeden,
Her sabah tatlı bir heyecanla uyanmak,
Hergün yeniden başlamaktır ilk günmüş gibi,
Ve yeniden yorumlamaktır hayatı her yeni günde...
Zevkli, özenli, ince bir dokunuşla...


Her yeni gün yeni bir başlangıçtır, temiz bir sayfadır. Oğlumda her yeni günde farklı bir yorum katıyor hayatıma. O'nunla birlikte yeniden öğreniyorum hayatı, tadını çıkarıyorum doyasıya. Geçen gün okulda sarelleli bisküvi vermişler, aman allahım nasıl mutlu olmuş anlatamam. Küçücük şeylerden tekrar mutlu olmayı öğreniyorum, eskiden olduğu gibi. Yenileniyor hayatım her gün yeniden. "Çok heyecanlıyım okula gittiğim için annecim" demesiyle başlıyorum yeni bir güne. "Çok bekletme seni annecim" demesiye akşam ediyorum içimdeki sevgiyle. Kucağımda bütün günün yorgunluğuyla dalmasını izliyorum hayranlıkla... 

Sevmek içimizde daima... 

19 Eylül 2011 Pazartesi

...sınıfları doldurduk...

Oğlum resmen bugün okula başladı. İçimdeki mutluluğu, hüznü, heyecanı, endişeyi anlatamam. Bütün duygularım birbirine karıştı. Büyüdüğü, okullu olduğu için çok mutluyum, ilk defa farklı bir ortamda bırakmanın da hüznünü yaşıyorum. Yemek yiyebilecek mi?, tuvaleti gelince söyleyebilir mi?, beni arar mı? diye endişeleniyorum.

Sabah bırakırken ilk başta gitmemi istemedi, sonra "biraz dur ondan sonra git" dedi, "ben seni özleyince mi geleceksin" diye sordu.:) Daha sonra baktı olacak gibi değil. Artık gerçeğin farkına vardı, arkadaşlarından da güç alarak "göyüşüyüz annecim" diyerek çok tatlı yumuşacık, içten bir öpücük kondurdu. Boğazıma bir düğüm geldi oturdu. Oğlumun bu kadar güçlü olması beni çok duygulandırdı. Sanki bana yardımcı olmak istermiş gibi; ben rahatım sen işine bak mesajı vermeye çalışır gibiydi. Sonra küçücük ahşap sandalyesine oturdu ve arkadaşlarıyla oyuna daldı. Bir ara öğretmeniyle göz göze geldik, sen hiç merak etme oğlun emin ellerde, artık oda bir birey ve onunda bir çevresi, hayatı var bakışıydı. Salaklaşmış bir şekilde okuldan çıktım, işime gelmek üzere. O yol ne ara bitti, ben nasıl işe geldim bilmiyorum. Soru işaretleri kafamda karman çorman oldu. 

Büyümek, birey olmak hayata ayak uydurmak zor be oğlum. Daha miniciksin, ellerin çok küçük.. Küçücük sevgi dolu yüreğinle hayata attığın ilk adım. Bir çok şeyi kendin yapacaksın. Alıştın tabi anneanne, anne her istediğini yapıyor. Yemeğini bile zahmet edip kendin yemiyorsun. "Ben yiyemem şimdi annecim, sen yediyiy misin? " yok artık. Ya aç kalacaksın ya da yemeğini yiyeceksin. Uyku saati geldiğinde pijamalarını giyeceksin. "Ben yoyuldum annecim sen giydiyiy misin?" yok öyle üç kuruşa beş köfte. Azmedeceksin o pijamayı kendin giyeceksin. İki bacağını pijamanın bir bacağına soksanda uğraşıp başaracaksın.:)) İşte sana hayat... Her şeyini kendin yapacaksın. Beklentin olmayacak, beklentin olmayacak ki azmin olsun. Kolaya alışma ki başarın olsun. Sırası geldiğinde öğretmenine isteklerini bildireceksin ki kendine saygın olsun. Arkadaşlarınla oyuncakları paylacaksın ki paylaşımcı olasın, bencil olmayasın. "O beniiiiiiim" demek yok artık. Tek başına değilsin, arkadaşların var. Parka gittiğimizde hiç tanımadığın bir çocuğa "benim hiç aykadaşım yok, benimle aykadaş oluy musun?" demene gerek kalmadı. Yirmi bir tane cıvıl cıvıl arkadaşın ve bir öğretmenin var artık. Ailenden başka insanlarla vakit geçireceğin, güveneceğin bir ailen.

Hergeçen gün büyüyorsun oğlum. Zaman nasıl da çabuk geçiyor. Daha dün "anne" dedin diye mutluluktan uçuyordum. Şimdi okula gittiğini anlatıyorum. İki adım attın diye akşamı bekleyememiş hemen babana haber vermiştim. Efe iki adım attı diye...

Daha dün annemizin
Kollarında yaşarken
Çiçekli bahçemizin
Yollarında koşarken

Şimdi okullu olduk
Sınıfları doldurduk
Sevinçliyiz hepimiz
Yaşasın okulumuz

Okul yurt güneşidir
Bize bilgiler saçar
Annemizin eşidir
Severek kucak açar

Okul insanlık yolu
Her yanı şeref dolu
Sevinçliyiz hepimiz
Yaşasın okulumuz

Eğitim yılı vatana, millete hayırlı, uğurlu olsun...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Asker göndereme me...

Biz millet olarak gerçekten çok ilginciz. Çok içten, samimiyiz. Bir kere çok yürekliyiz; (bize bir şey olmaz, nolacak canım, yok yaa bir şey olmaz...) Kurallar bizi bağlamıyor yani, nasıl yapmak istiyorsak öyle yapıyoruz, içimizden geldiği gibi hareket etmeye pek meraklıyız.

Akşam mesai bitmiş, gün batmış eve gidiyoruz. Aşti yakınlarındayız. Önümüzde bir araba gidiyor ama araba demeye bin şahit lazım. Arabadan başka her şeye benziyor. Benim bildiğim arabanın koltuğunda oturulur. Camlar sonuna kadar açık onbeş-onaltı yaşlarında çocuklar camlara çıkmış oturuyor. Ana yol ve akşam trafiği. Beyin diye ne taşıyorlar anlamadım ki. Bazı şeyleri abartmaya çok meraklıyız. Hepi topu askerimizi uğurlayacağız. Asker uğurlamasında bile can kaybı yaşanan bir ülkeyiz, varmıdır bizim gibi acaba bilmiyorum. Asker uğurlaması var, sarılın silahlara allah allah allah savaşa gidiyoruz sanki. Sonra gazete manşetleri; "asker uğurlamasında nereden geldiği belli olmayan kurşunla...." Normal bir şekilde arabanın koltuğunda otursak, askerimizi sağ salim kötü olaylar yaşanmadan göndersek daha iyi olmaz mı?. Sessiz sakin gönderince askere mi almıyorlar? Böyle şaşalı gönderme organizasyonlarından dolayı askerde en yüksek rütbe mi veriliyor, sormadan edemiyorum. Eğlenmek, coşmak güzel fakat dozunu iyi ayarlamak gerekiyor. Çok zor insanlarız, zor bir milletiz. Anlayıp dinlemek yok, öncelikle itiraz ederiz, kuralları çiğneriz, tartışmaya girmekten çekinmeyiz, kavga etmek en büyük zevklerimiz arasındadır. Yakın zamanda Ulusta bomba patlatılmıştı. Tekrarı ülkemizin hiç bir köşesinde yaşanmaz inşallah, çok sayıda kişi yaralanmış ve ölmüştü. Polisler güvenlik önlemi almışlar, şerit çekmişler. Bir taraftan da insanlarımıza anlatıyorlar ikinci bir bomba ihtimaline karşı olay yerinden uzaklaşmaları gerektiğini, ama yok. İlla güvenlik şeridine kadar gelecek, illa bir şeyler görecek. Çok meraklı bir milletiz. Trafik kazası olur bir sürü kişi hemen toplaşır, yorumlar yapılır. Kaza yapan insanlar karga tulumba arabalara konulur. Çok aceleci bir milletiz, yardımseveriz ama bilinçsiz..Düşünmeden karar veriyoruz.

Oğluma elimden geldiğince her şeyin en iyisini, en doğrusunu öğretmeye çalışıyorum. İmkanım elverdiği sürece de iyi bir eğitim almasını sağlayacağım. Eğitim şart. Eğitim, eğitim, eğitim illaki de eğitim. Efe'yi arabanın önüne oturtmuyoruz, kapıları kilitli tutuyoruz, araba koltuğu kullanıyoruz. Efe'ye de; koltukta oturmamak için itiraz ederse, bu şekilde güvenli olacağını anlatıyoruz. camı açmasına izin vermiyoruz. Şimdi bu çocukları arabada o şekilde görünce çocuk bir afalladı "annecim neden arabanın dışına oturmuşlar?" Efe bunun yanlış olduğunu anlıyor ve biliyor. Şimdi acaba Efe büyüyünce aynı hareketi yapar mı? Bu çocukların ailesi de eminim bu şekilde yetiştirmemiştir. Mutlaka doğruyu, yanlışı öğütlemiştir. Ama neden şimdi bu şekilde uygunsuz davranıyorlar?, bir yerde hata yapıyoruz o zaman. İyi bir gelecek için, yarınımızın gençleri olacak çocuklarımızı en doğru nasıl yetiştirmeliyiz? Bu durumda öncelikle ailelerin doğru eğitim alması gerekiyor, eğitimli insanların çocukları da daha iyi yetişecektir.

Eğitim demişken oğlum dün anaokuluna başladı. İlk gün olmasına rağmen çok rahattı. Öğretmenide çok iyi, umarım iyi anlaşırlar, inşallah iyi başlar ve iyi bir eğitim hayatı olur. Şükran Öğretmen ve yirmi iki öğrenci. Oğlum tomurcuklar sınıfında. Hepsi birbirinden güzel. Yarınlarımız.. hepsi birer açmış çiçek olarak ilkokul hayatına başlayacak. Hayırlısıyla oğlumun okul maceralarını yazarım artık.

Huzur dolu günlere..     

12 Eylül 2011 Pazartesi

Giden bayramdı

Bir bayramı daha güzellikleriyle geride bıraktık. Benim için güzeldi. Sonuçta tatildeydik, eşimin memleketinde. Hem dinlenmeye zaman ayırdık, hem de büyükleri ziyaret ettik. Bizim gitmemize çok sevindiler, o heyecanı, mutluluğu anlayabiliyorsun. Anneannesi, dedesi, babaannesi... Gençken çok fark edemiyoruz ama hayat sona yaklaştıkça daha bir farklı oluyor her şey. İnsan yaşlanınca daha çok ihtiyaç duyuyor bu tarz şeylere, hayatın kıymetini, sevdiklerinin değerini daha iyi anlıyor. Anneannesinin her lafında şiveli bir şekilde "annen gurban olsun" demesi de çok hoştu. Samimi ve içten. 

Bayram ne demek ti. İnsanların kalplerindeki çarpıntı, gözlerindeki ışıltıydı. Dumanı tüten bir böreğin tadındaydı bayram. Çocukken oynadığın mahallenin sokaklarıydı bayram. Topladığımız şekerleri saymaktı. Önce çikolataları yemekti bayram. Uzun zamandır görmediğin bir büyüğüne sıkıca sarılmaktı bayram. Sevinçten ağlayan annenin gözyaşıydı bayram. Cümbür cemaat yapılan sabah kahvaltısıydı bayram. Akşam tüm sülalenin toplanıp kahkalar eşliğinde yemeğiydi bayram. Küçük bir çocuğun yüzündeki gülümsemeydi. Tüm harçlıklarımızı sonuna kadar harcamaktı bayram. Çata pat alıp keyiflenmekti. Erkek çocukların kız kaçıran alıp mahallede kızları bağırış çağırış kaçırmasıydı:)) Sıfır km bir ayakkabıydı bayram. Giymeye kıyamadığın kıyafetti. Bir sonraki bayrama sağlıkla kavuşma dileğiydi. Tanıdık tanımadık her kapıyı çalabilmekti. Çocukların hep bir ağızdan "iyi bayramlaaaaaaaaarrrr" demesiydi. Sanki hiç temizlenmemiş gibi iş yapmaktı bayram. Şerbeti yeni dökülmüş tatlıydı..... 

Trabzon Maçka'da fındık zamanıydı. Bir kısım bayram öncesi tamamlamış toplama işini, bir kısım bayram sonuna bırakmış. Her evin önünde fındık vardı. Dünyada fındık alanlarının yüzde sekseni ülkemizde bulunuyormuş. Fındığın önemli bir kısmı da ihraç ediliyormuş. Ülke ekonomisine katkıları çokmuş yani. Boş duran insan yok. Yaşlı, genç herkes çalışıyor. Karadeniz insanı çok çalışkan. Bahçelerinde mısır, fasulye, lahana, pazı.. daha bir sürü şey yetişiyor. Yeşilin her tonunu görmek mümkün. Herşey doğal ve taze. Köy hayatı gibi yok valla. Temiz hava her şeye değer. Kendimce bol bol nefes egzersizleri yaptım. Ciğerlerim de bayram etmiştir. Köy hayatı hep cazip gelmiştir bana. Daha sakin, koşturmaca yok. Tamam orda da iş var, çalışma var ama zamanında var. Şehir hayatı bunaltıcı ve yorucu. 

Uzun Göl ve Karaca Mağarası görülmeye değerdi. Uzun Göl'e ikinci gidişim, çok seviyorum orayı. Yorucu ve bunaltıcı iş hayatından sonra çok iyi geliyor, dinleniyorum. Çok iyi dinlendim. Hava sisli, yağmur çiseliyor, sessizlik hakim, faytonla gezme imkanı var, bisiklet kiralayabiliyorsun... Karaca Mağarası'na ilk gidişim. Okul yıllarında Coğrafya dersinde kitapta görmüştüm. Yakından görmek, mağaranın içine girmek ayrı bir keyifti. Karaca Mağarası'da onbeşmilyon yılda oluşmuş bir yer. İçinde canlı yaşayamazmış. Tesadüfen çobanlar bulmuş. İçeride resim çekmek yasak; sarkıtlar, dikitler ve sütunlar çok hassas oldukları için izin verilmiyor. Manzara süperdi. Oğlumunda pek hoşuna gitti. Çok ilginç geldi ona. Ertesi gün tekrar gitmek istedi o derece yani.

Gezmenin, tatilin kötüsü olmaz. İyi oldu, bayramlar artık tatilden sayılıyor. Çalışanlar için bayram demek tatil demek. Maraton başladı, bir sene çalış dur. Neyse iş güç olsun, sağlımız yerinde olsun da çalışalım. Çalışan demir pas tutmaz. Işıl ışıl ışıldarız:))))

Sağlıklı günlerimize...     

25 Ağustos 2011 Perşembe

Robot mu olsam.

Oyyy daraldım gene, şiştim patladım patlayacağım. Bu nedir arkadaş herşey üstüme üstüme geliyor, ters yönemi gidiyorum anlamadım ki. Salon kadınlığımı bozduracaklar bana. Allah ne verdiyse artık. Sabır sabır, altan al-altan al, idare et-idare et bende insanım artık dimi ama, etten kemikten yaratılmışım. Robot olsaydım keşke. At programı ohhhh. 

Robot olsaydım; sinirim, göz yaşım, baş ağrım, mide kramplarım, asabiyetim, elimin ayağımın titremesi, kalbimin bir yere yetişecekmiş gibi çarpması olmazdı. Boğazıma yumruk gibi bir düğüm düğümlenmezdi ve ben o düğümü yutmak zorunda kalmazdım. Yükle programı geç köşeye. Bir sorunmu var, değiştir programı geç köşeye.

Ben bunu bir düşüneyim, teknoloji bu kadar gelişmişken faydalanmak gerekir. Bütün duygularımı aldırsam mesela. Bir şey beni sinir etmeye mi çalışıyor. "Olay algılanmadı, tanımlanamadı" diyip o anki işime devam edebilsem. Biri beni ağlatmak için uğraşıyor mu. "Gözyaşı programı tanımlanamıyor" diyip kaldığım yerden devam edebilsem. 

Yaşarken robot olabilir mi insan. Bu kadar güzel duyguyu tatmak dururken kim ister böyle olmayı. Acaba sadece iyi hisler içimizde var olsaydı daha mı iyi olurdu bilemedim.

Duygu olarak sadece sevgiyi, aşkı, romantizmi, iyiliği, fedekarlığı, özveriyi, arkadaşlığı, dostluğu ve bunun gibi güzel şeyleri programlasaydık. Birine fedakarlık yaptık diyelim, karşılığında memnuniyetsiz davrandı. Biz sinirlenmek yerine "iyi niyet programı devrede, sinirlenmek tanımlanamdı" desek. Birde şey olsa, bir programı yükledik ama öyle olduki o olay için program uygun düşmedi, daha önceden uyarılsak, bu programın sonucu bu olur diye. En uygun programı seçsek. 

Robot olmak daha bir zor geldi bana. İnsanlar sevindikleri zaman da ağlarlar. Düşünüyorumda bebeğiniz dünya ya gelirken acı çekiyorsunuz, sevinçten ağlamak istiyorsunuz "gözyaşı programı tanımlanamıyor".. "acı tanımlanamıyor".. İnsan heyecanlanınca, mutlu olunca da eli ayağı titrer. Mutlu olduğunuz bir an: "elin-ayağın titremesi tanımlanamıyor".. Çok sevdiğiniz, uzun zamandır da görmediğiniz bir arkadaşınızla buluşuyorsunuz: "mutluluk tanımlanıyor" ama o kadar, sarılmak, heyecanlanmak, ağlamak yok.

Ben duygularımı aldırmaktan vazgeçtim. Burada bunları yazmak çok iyi geldi. Ferahladım, kendime geldim. Sinirim de geçti. Olur böyle şeyler, kısacık yaşamımızda takmayalım ufak tefek şeyleri. Koskoca dünya da toz parçasıyız. Hayatın tadını çıkarmak varken, nimetlerinden faydalanmak dururken; o bunu dedi, sen şunu dedin, ben öyle dememiştim, sen yanlış anladın, keşke söyleseydim, neden öyle yapmadın, biz öylemi dedik, sen gitmedin mi, diğeri mi gidecekti, geç mi kaldın, erken mi geldin, neden ayarlamadın, yetişemedinmi, yalnış mı yaptın, ne bileyim, düşünemedim, kim dedi, o dedi, bu dedi di didiiiiii..... bu böyle uzayıp gider. Bu seslerde uzayda kaybolur. İşte bu kadar. O işler de yetişir, her şey de hallolur. :)))))))))

DÜNYA GEMİNİN LİMANA GELİP - GELMEDİĞİ İLE İLGİLENİR. KARŞILAŞTIĞI FIRTINALARLA DEĞİL.

Sinirsiz günlerimize...      

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Annelik


Resim yazısı ekle

Oğlumu çok özledim. İki gündür anneannesinde kalıyor. Çalışan biri olarak mecburen annem bakıyor oğluma. Pazar günü ilk defa sinemaya götürdük. Arabalar filmine, pek mutlu oldu. Yanlız sanki kırk yıldır sinemaya gidiyormuş gibi rahattı. Biz önce tedirgin olduk karanlıktan filan rahatsız olurmu diye. Gayet rahat kuruldu koltuğuna aldı mısırını eline keyifle filmini izledi. Kahkahalar atarak ev rahatlığında hemde, bizim arada uyarmalarımızı dikkate almadan. "Kocaman televizyonmuş" diyede yorum yaptı. Filmden çıktıktan sonra annemlere gittik. Efe orada kalacağını anladı tabi mızırdanmaya başladı. "Yukarıya çıkmayalım annecim, arabada bekleyelim" dedi durdu. Yukarıya çıktığımızda orada kalacağını biliyor çünkü. Yolda uyudu fakat eve çıkarken uyandı. Hissetti tabi daha uyurmu, yatağına yatırdım ama uyumadı bir şey bahane ederek yanından ayrıldım. İçim parça pinçik olarak çıktım evden. Yaptığım çok yanlış biliyorum ama buna mecburum, söylesem kabul etmeyecek. Tabi biraz sonra bakmış ben yokum basmış yaygarayı. Annem "nerdeyse çağıracaktım sizi" dedi, o derece. Vantilatörle oynamayı çok seviyor annem hemen onu çıkarmış gecenin bir yarısı, saat yarım. Susmuş sonra. Anne olmak çok zor zanaatmış. Vicdanıma bir türlü anlatamıyorum bazı şeyleri, mantığım duruyor. Çalıştığım için suçluyorum kendimi oğluma ihanet ediyormuşum gibi geliyor. Aslında önemli olan çok vakit geçirmek değil, kaliteli vakit geçirmek. Bunuda yaptığıma inanıyorum. Oğlumla bir aradayken her şeyi yapıyoruz. Oynuyoruz, yemek yiyoruz, televizyon izliyoruz, bisiklete biniyoruz (tabi sadece o biniyor:)), müzik dinliyoruz, kitap okuyoruz,uyuyoruz, parka gidiyoruz, ev temizliyoruz, bulaşık yıkıyoruz, ütü yapıyoruz.... daha neler neler. Ama nasıl bir işse vicdanım genede rahat değil. Ben evde kaldığım zaman "annecim benimle mi kalıyorsun" diyor. "Annecim keşke hafta sonu bu kadar olsaydı" diyip beş parmağını da açıp bana gösteriyor. Evde iş yaptığım zaman biraz uzarsa iş güç saçmalığı "annecim yorulmuşsundur gel dinlen, otur biraz" diyor.  İşleri olduğu gibi bırakıp oğluma vakit ayırıyorm. Ben toz alırken bir bezde Efe alıyor, maksat beraber birşeyler yapmak, büyük keyif alıyor. Beraber olalımda ne olursa olsun mantığı. Evde bir kuyruğum var yani. Bizi birbirimize bağlan büyük, yüce bir kuyruk:). Ben nereye Efe oraya, peşimden ayrılmıyor. "Annecim ben de sana yardım edebilir miyim" diye dolanıyor:))) Bazen çok yorgun oluyorum biraz dinlenmek için odama gidiyorum. "Annecim neren ağrıyor, ben seni iyileştiririm diye bir başlıyor. İğne yapıyor, ilaç içiriyor (bazen acı ilaç veriyor-bazen tatlı ilaç), krem sürüyor, ateşimi ölçüyor, ateşim düşmüyor tekrar ilaç veriyor, herhalde ateşim düşmediği zaman acı ilaç veriyor daha etkili oluyor..." dinlenmek şurda dursun, sorularına cevap vermekten helak oluyorum. Bitip tükenmek bilmeyen enerjisine hayran kalıyorum. Nazarım değmesin diye de arada dualar okuyorum, maaşallah maaşallah diyorum:)) Kırkbinkere maaşallah oğluma.

Annelik; bir-iki saat uykuyla durabilmektir. Bebeğinin kaç damla sütle doyabildiğini bilmektir. Topuğundan kan alırken salya sümük ağlamaktır. Bütün hayvan taklitlerini en iyi yapandır.:)) Yavrusunun tırnaklarını keserken üşür mü diye tırnak makasını ısıtmaktır annelik. Uyuduğunda yanına alıp, yavrum uyanmasın diye yattığın gibi kalkmaktır annelik. Emerken ısırdığında ona kızdığını sanmasın diye ciğerinize çöken acıyı yutmaktır annelik. Kokusu sinmiş diye bütün gün elin burnunda dolaşmaktır annelik. Hayata komplekslerinden arınmış olarak gülümseyebilmektir annelik. Koşulsuz ve karşılıksız tek sevginin evlat sevgisi olduğunu fark etmektir annelik. Ve her gece tanrıya yavrumdan beş dakika fazla ömrüm olmasın diye yalvarmaktır.

 Sabırlı olmak dileğiyle..

18 Ağustos 2011 Perşembe

Havuz Keyfi

Ne güzel bir şey çocuk olmak, çocuk olupta doya doya dibine kadar yaşamak.. Her çocuk şanslı doğmuyor tabi. Bugün yine bir haberle bütün dengem bozuldu. Üvey anne dehşeti. Allahım hiç bir çocuğu annesiz, babasız bırakmasın. 8 yaşında bir çocuktan ne istendin, katlanamayacaktın neden evlendin? Haberin detayını burda yazmıyorum, kötü oluyorum çünkü..

Neyse güzel şeylerden bahsedelim de içimiz açılsın. Gün içinde yeterince geriliyoruz, sıkılıyoruz. Ona üzül, buna üzül, iş güç bünye kaldırmıyor vallahi.

Haziran'ın ikinci haftası şirketin düzenlediği tatil programına katıldık. Ben çok eğlendim grup olarak gidince daha bir güzel oluyor. Gittiğimiz otelde çok güzeldi. Orayıda Mega yaptık. 

Kendi ülkemizde rahat yok arkadaş. Bir grup Rus Turist geldi bir şeyler söylüyorlar. İlk başta ne olduğunu anlamadık, sonradan onların yerini aldığımızı ima ettiklerini anladık. Fakat havlu serilmemiş, eşya koyulmamış şezlong boş demektir. Onlar orayı sahiplenmişler daha önce orda oturmuşlar da yine aynı yere oturacaklarmış. Hasbinallah.. ama bunlar baya bir çirkefler, kavga etsen edecekler. Görevlide zor durumda kaldı. Biz diyoruz orada eşya yoktu, onlar oturmak için ısrar ediyorlar. Müdürü filan çağıracaklardı. Ya dedik arkadaş bırak yaa., bırak müdehale etme biz gideriz. Topladık pılımızı pırtımızı diğer tarafa geçtik. Büyüklük bizde kalsın, misafirperverliğimize gölge düşmesin diye uzatmadık. Havuzun, suyun, arkadaşlarla birlikte olmanın tadını çıkardık. Birazda o turistlere nispet yaparcasına eğlendik. Naberrrr moralimiz bozulmadı aksine çok eğleniyoruz der gibi eğlendik. Hem de çocuklar gibi dibine kadar havuz keyfini yaşadık. Ne fotograflar çekmiş arkadaşlar, ne geyikler döndü sonradan. Kızlarla havuz başındaki kahve keyfi süperdi, tadı damağımda kaldı vallahi. Güneş, havuz, tatil, arkadaşlar, kahve hepsi bir arada ne güzel duruyor diymi.

Otelde türk müşteri çok azdı. Bizim memleketimizin keyfini onlar çıkartıyor. Alman, İngiliz ve Rus turistler vardı. İlk gün otele giriş yaptık odalarımıza yerleşmeden kahvaltıya geçtik. Yan masada Rus bir aile kahvaltı yapıyor. Sosyal yönü çok gelişmiş olan oğlum hemen arkadaş edinmeye yan masaya gitti. Başladı konuşmaya "senin adın ne"? "senin adın ne?" "neden konuşmuyorsun" bu sırada aile fertlerinden hiç bir tepki yok. Efe bu durumda çok bozuldu. Geçti bir köşeye kafasını aldı iki elinin arasına "neden benimle konuşmuyoylaaaay?" "neden beni tanımıyoylaaaaay"? ağıt yakıyor. Oğlum yapma etme, ee çocuk bir nevi haklı. Anlat anlatabilirsen yabanci dilim iyi olsada gitsem derdimi anlatsam. "Benim oğlan sizin çocuklar la oyun oynamak istiyor", ama nerde. Efe'ye onların yabancı dil konuştuklarını anlatmak yabancı dil bilmemekten daha zor. Salya sümük biz oradan odamıza gitmek üzere ayrıldık.

Tatil boyunca çocuk havuzunun kenarında vakit geçirdim valla. Beni arayan çocuk havuzunun başında buluyordu. Tabi oğlum yine kendine çevre edinmeye çalışıyor. Erkeklik iç güdülerinden yola çıkarak belki bir kız arkadaş ayarlamaya çalışıyor.:) Ama yok oğlumu duyan yoookk. "Annecim neden benimle konuşmuyoylay, neden beni tanımıyoylay" der durur. Çocuğum kendini ifade edebilmek için helak oldu. Bu tatil yerinde arkadaş bulmak ne zormuş. Kimse anlamıyor oğlumu. Arada bir çocukların iyice yanına yaklaşıyor, eğiliyor "sen beni duymuyomusun" diyor. Hay allahım tam bir komediydi, ben uzaktan izliyorum, gülermisin ağlarmısın. Arada açıklama yapmaya çalışıyorum. "Oğlum onlar rus bizim dilimizi anlamıyorlar" diyorum. "Yus ne demek annecim", "onların dili kıymızımı". :)))))))))))))))))) Alemsin Efe'cim. Ankara'ya geldiğimizde anlamsız anlamsız cümleler kurup "annecim yuslay böyle diyodu" diye bana anlatıyor. Nasıl bir etkisinde kaldıysa. Çok bozuldu çoookkk.... Eminim en kısa zamanda yabancı dillerin hepsini öğrenecek, bu olay çok dokundu.

Yakında hayırlısıyla okula başlayacak. O zaman öğrenir kuzummm.

Şans hep bizimle olsun. 

    

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Yandı yine yürekler..



Canım çok sıkıldı, haber okumaktan nefret ediyorum. Nedir bu anlamıyorum ki. Bir insanın bir insanı öldürmesi nasıl bir şeydir. Hangi psikolojiyle yaşıyorlar aklım, mantığım almıyor.

Benim de bir oğlum var. Allah sağlık verirse ben de oğlumu askere göndereceğim. Bir insan evladı nasıl zor büyüyor, ne emekler veriliyor, ne fedakarlıklar yapılıyor. Yazık değilmi, kendimi o yüreği kan ağlayan anaların yerine koyamıyorum bile, düşüncesi bile ızdırap veriyor. Hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Bütün suçları vatani görevlerini yapmak mı? Kaçtane ananın yüreği yanıyor şimdi, kaç eve ateş düştü. Tamam biz üzülüyoruz, kahrediyoruz ama iki gün sonra unutuyoruz diğerlerini unuttuğumuz gibi. Ama o analara, şehit çocuklarına yazık. Ömür boyu o acıyı yaşıyorlar. Rahmetli anneannemin bir lafı vardı evlat acısı için; "ateşin koru anada, çıngıları diğer yakınlarında".

Nereye gidecek bunun sonu. Tamam insan kendini korumak için öldürür, zor durumda kalır nefsi müdafadır. Ama durduk yere sen koy mayını patlat, erkeklikmidir bu. 

Yürek yanmadıkça göz yaşarmazmış. Yüreğim yanıyor şehit haberi duyduğum zaman, gözlerim doluyor. İzlemeye, dinlemeye, duymaya tahammül edemiyorum. Yokmu bir çözüm, haberlerde dinleyip, dinleyip tüh tüh, vah vah mı diyeceğiz. 

Hayvanlar doğanın kanunu, aç kalmamak için öldürüyorlar. Onların bile bir amacı var. Ya siz nesiniz hayvanlara hakaret olur hayvan dersem. Ne oldu şimdi her şey düzeldimi. Ölen gitti daha dönmez, fidanlar kurudu kaldı. Anaların, eşlerin, çocukların elleri yüreklerinde kaldı. Hayalleri, umutları da öldü...

Vatan sağolsun, bayrağımız dalgalansın. Tamam ama askerimiz de ölmesin. Her karışı kanla sulanmış bu topraklarda kan akmasın artık. Akan kan bu şekilde pisi pisine olmasın. Kardeş kardeşi öldürmesin, hiç bir ananın yüreği dağlanmasın, hiç bir çocuk babasız kalmasın.

"Ard arda dizildi ay yıldızlı bayraklara bürünmüş, hayatının baharında soldurulmuş, kefenlerine kan bulaştırılmış, cennet bekçileri; uğurlanıyor analarının feyatlarıyla mekanların en yücesine.
Hain pusularla söndürülen yaşamlara her geçen gün yenileri ekleniyor. Acımadan namertçe arkadan uzanıyor katillerin eli gencecik bedenlere. Kıydıkları canların hesabı bu dünyada sorulmasa bile, mahşerde yakalarına yapışacak koskoca bir millet var bu topraklar üzerinde". 

Allahım yakınlarına sabır versin, mekanları Cennet olsun. Daha ne diyeyim ki. Sözün bittiği yer.   

16 Ağustos 2011 Salı

Memilo ile 113 maceralarımız..

Kendimle başbaşa kaldığım zamandı. Ailemden uzak, yalnız. İlk defa uzak kalmıştım, evimden ayrıydım. İlk defa uykuya dalacaktım, yeni bir güne uyanacaktım. Kim bilir neler yaşayacaktım. Uçmayı yeni öğrenen bir kuş misali ayrılmıştım evimden. Kim olacaktı arkadaşım, kiminle konuşacaktım. Beni sevecekler miydi, ben onları anlayabilecek miydim. Nasıl geçecekti koskoca iki yıl, ben nasıl yaşayacaktım ailemden uzak. Kötü hissetiğimde, hasta olduğumda kim ilgilenecekti....

Memilo ile arkadaşlığımız teyyy 1997 yılında Aksaray'da başladı. İlk 113'e adım attığımda beni düşman bellemişlerdi. Çünkü oda da dört yatak var. Yataklaradan üçü dolu biri boş. Yemek yemek, oturmak... gibi durumlarada boş yatağı kullanıyorlar, ben gelince bütün düzen bozuldu. Yeni olduğum için odadan çıkarken dolabımı kilitlememden de rahatsız olmuşlar. Ayrıca korumayla geziyordum ona da gıcık olmuşlar. Memilo öyle diyordu. 

Gamze canım arkadaşım kendisi Adanalı, öğretmen evinde tanışmıştık. Devlet yurduna yedekte çıktığım için ilk zamanda yerleştirme olmadı. Gamze benden önce yerleşmişti. Devlet Yurduna yedek durumdayken girmem için yardımcı olmuştu. Misafir öğrenci olarak gittik birlikte. Gamze delikanlı kız yani konuşma, tavırlar tam bir adanalı. Yurtta oda oda geziyoruz, boş yatak varsa ben yerleşeceğim, sıra gelince de kayıt yaptıracağım. Ama tüm yataklar dolu. Ben ağlamaklı bir şekilde tüh filan yapıyorum. "Yaaa merak etme olmadı birlikte yatarız. Boş yatak bulana kadar" diye teselli ediyor. Veee.. 113 numaralı oda; iki yılımın dolu dolu geçtiği, hayatı öğrendiğim, en güzel arkadaşlıkları, dostlukları edindiğim, büyüdüğüm oda. Gamze kapıyı açtı ve, "Bu yatak boş mu? Boşsa arkadaş burda kalacak". Benden tık yok. Memilonun dediği kadar var yani korumam gibi dimi:))) Böylelikle 113 macerası başlamıştı.

Mebrule ile ilgili ilk aklıma gelen: bir gün mebrule nedenini hatırlamıyorum çok ağlamıştı. O kadar çok ağlamıştı ki yorgun düştü ve uyuya kaldı. Üstünü örtmek için yanına gittiğimde bir damla yaş kalmış yüzünde, göz çukurunda, içim bir kötü olmuştu ki o anı unutmuyorum. Aksine memilo çok eğlenceli biridir, çok ağlamaz belkide o yüzden çok etkilenmiştim. Sanki göz yaşı akmak istememiş ve O'nu teselli ederek uyumasını sağlamıştı. Sonra 2001 yılına memilo ile birlikte girmiştik. Annemlerden zorla izin koparmıştık ve Mersin'e gitmiştik. Ders programına hayrandım.:)) Aramızda kalsın... Birde hastane önünde kalışımız vardı öylece ne yapacağımızı bilmeden. En eğlencelileride Memilonun çaldığı mantarları ütü üzerinde pişirip afiyetle yemekti. Çalmak olmaz herhalde yetişmesinde büyük emeği var sonuçta:) Birayla saçlarının sarışım var birde. Komedi yurda bira soktuk iyimi. Ben memilonun saçlarını sararken sarhoş olmuştum kokusundan:)) Annesinin koli ile gönderdiği dolmaları afiyetle yerdik, hatta küflerini temizleyip yediğimiz bile oldu. Öğrenciye her şey mübahtır. Canım arkadaşım çok seviyorum memiloyu. Bir defasında da yurda giden son servisi kaçırmıştık. Emniyet görevlilerinden yardım istemiştik. Odada çiftetelli oynardık. Tuğba söylerdi, Tülay ranzanın kenarını darbuka yapardı. Ben de memiloyla karşılaaaaa diyerek başlardık döktürmeye. Ağaçlı tesislerinde ki elemanlar bizi tanır olmuştu. Sürekli patates kızartması yemeye giderdik. Ketçapları hep biz bitirirdik. Yurt müdürüne odada sigara içerken yakalanmıştık gecenin ikisinde. Kadın pijamalı pijamalı bizi odasına çağırmıştı. O gün çok korkmuştuk. Bizi ailelerimize şikayet edeceğini söylemişti. Bizim sınırımız yoktu. Ütü üzerinde sucuk pişirmiştik mesela. Melemen yaptık bir keresinde. Deli manyak kızlardık 113 olarak. Kaldığımı oda önceden ütü odası olarak kullanılıyormuş, oda yetmediği için ranza koymuşlar. Elektiriği de iptal etmişler. Bizim elimize böyle bir fırsat geçmiş dururmuyuz hemen değerlendirmek lazım. Elektirik bölümünde okuyan arkadaşı ikna ettik ve tekrar pirizi çalışır duruma getirdik. Memilonun teybi vardı. Ohhh her daim müziğimiz vardı yani. Tabi biz ona pille çalışıyor görüntüsü vermiştik, kablosunu örtüyorduk, dolabın arkasında kalıyordu. Bir keresinde çok kötü kavga etmiştik. Odanın kapısını kapattık dışarıdan kızlar sesleri duyunca merak etti geldiler. Ama bu bizim problemimiz deyip kapıyı açmadık. Kavgamıza bile dışarıdan müdehale ettirmezdik. Diyelim bir gezi düzenlenmiş veya bir eğlence bilet satıyolar, hemen gidip alıyorduk. Ortak düşüncemiz aman canım bir değişiklik olur gidelim tabi. Ayyy bak şimdi aklıma bir şey geldi çok komik.

Bizim bir alt sınıf yani çömezimiz Aysel vardı. Gece okulundaydı. Akşamları okuldan dönünce önce bizim odaya uğrardı. Sohbeti muhabbeti tatlıydı, çok takılırdık O'na. Çokta süslüydü. Bir gün Tülay sabah yüzünü yıkamaya gitti. Bir geldi "Kızlaar biri parfüm şişesini unutmuş, ben de aldım, çünkü vakko kokusu" bizim 113
olarak çok sevdiğimiz bir koku. Zaten şişenin dibinde kalmış biz her yere sıktık. Oda buram buram koktu. Akşam Aysel geldi okuldan. Kızlar yaa parfümü mü lavaboda unutmuşum, aptallar almışlar. Bu saydırıyo tabi. Bizde tık yok. Aaaa kim aldı acaba ne ayıp bozuntuya verirmiyiz. Oda da hala kokusu var. Şişeyi bitirmişiz. Bizde Aysel'le birlikte baya bir saydırmıştık:)) Hele bir de görevlinin Mebrule'yi telefon için anons etmesi tam bir komediydi. Merure derdi adam iki yıl boyunca öğrenemedi. Mebrule her telefona koşuşunda "hay dilini eşek arısı soksun" derdi.

Her günüm çok özeldi, eğlenceliydi. Şimdi hepimiz evlendik. Mebrulenin çok talı iki kızı var, memilo-1 ve memilo-2. Benim bir oğlum var. Tuğba'nın da bir oğlu var, Tekirdağ'da yaşıyor. Ama Tülay'dan haberimiz yok. Hayırsız çıktı Tülay. Okulun son zamanlarında kırgınlıklarımız oldu ve dahada toparlayamadık. Okul bittikten sonra hiç görmedim. İnşallah şu an iyidir O'nu çok özledim. Ben de emeği çoktur Tülay'ın. Ben çok hasta olurdum, nazımı Tülay çekti. Ataşlendiğimde ıslak havlu koyardı ve arada değiştirirdi. Kantine inemediğim zaman odaya çıkarırdı yemeğimi.

İyiki 113 numaralı odaya gitmişim. İyiki sizleri tanımışım. İyiki Gamze bana yardımcı olmuş. Sizin gibi dostlarım olduğu için çok mutluyum. Mebrulecim iyi ki varsın, canım arkadaşım.

Sevmekten korkmadığımız, söylemekten utanmadığımız, saygının değerli, düşüncenin önemli, umudun sonsuz olduğu yarınlarda mutlulukla geçireceğimiz bir ömür dileğiyle...

Dostluğumuza....      
   

12 Ağustos 2011 Cuma

Hayata Dair

İnsanın sevdikleriyle birarada olması ne güzel bir şeydir. Bazen insan sıkılır, bunalır. Herşey üstüne üstüne gelir. Çevresindeki insalardan biraz uzaklaşmak ister. Yalnız kalmak ister. Kendini dinlemek ister. Düşünmek, düşünmek saatlerce düşünmek. Belki ileriye dönük hayaller kurmak. Hayal kurarkende engin denizdeki sandalın içinde bulutları izlemek. Deniz havasını ciğerlerinin en uç noktalarına kadar çekmek. Deniz kokusu ne güzeldir. Sadece hayallerde bunu yapabiliyoruz.

Sonra yeniden sevdiklerinle birarada olmak. Bu yanlızlık çok uzun sürmemeli.

Sevdiklerim olmasaydı özlemenin ne demek olduğunu bilemezdim. Yalnız kalmadan onların değerini anlayamazdım. Yalnızlığın ne demek olduğunu anlayamazdım. Kavgadan sonra barışmanın tadını, evdeki gürültüden sonra sessizliğin huzurunu bilemezdim. Ayrılıktan sonra kavuşmanın mutluluğunu yaşayamazdım....

Sevgi emek ister, sabır ister sevgi. Sevgi hoşgörü ister. Fedekar olacaksın. Ama sadece lafta değil gönülden seveceksin. "Gülü seven dikenine katlanır". Gülü tutmasını bilirsen eğer, canın acımaz. Bazen öyle olur ki gülü çok dikkatli tuttuğun halde batar dikeni; canın yanar, elin kanar. Atmazsın yinede bilirsin acısı geçecek birazdan. İçimiz acısada sevdiğimizden ötürü bilirsin geçecek. Demezsin birşey için için kanasanda. Derin çizgiler bırakarak yüzünde geçecek dersin.

İnsanoğlu yaşlandıkça yüzünde çizgiler oluşur. Yaş ilerledikçe derinleşir. Ben hep böyle yüzünde derin çizgiler oluşmuş bir yaşlı görünce sevdiklerinden çok çekmiş diye geçiririm içimden. Sevgi ne kadar büyükse çizgilerin derinliğide o kadar çok diye düşünürüm, insanoğluna ağır gelen sevdiğinin üzmesidir. Derinden etkiler, yaralar. İnsan en çok sevdiğine eziyet edermiş mesela. Rahmetli anneanneme nur içinde yatsın yeri bir başkadır bende annem baktı. Annemden öğrendim ben gerçek sevgiyi. Diğer çocukları bakmadılar o kadar, ilgilenmediler. Annem çok düşkündü annesine. Anneannem özellikle son zamanlarında çok eziyet etti. Doktor: "En çok sevdiğine eziyet eder" dedi. Ne garip değilmi. Ama herşeye rağmen annemin sevgisi azalmadı. Özverili, sabırlı, anlayışlı, sevgi doluydu....

Ben anneannemi çok severim. Ben de çok eziyet ederdim ona. Aklıma gelenlerden bazıları şöyle; beş yaşındayken köye gittim anneannemin yanına. O yaşta anneme tercih etmişim anneannemi. Beraber çok güzel vakit geçirirdik. Anneannemle bahçeye gitmek çok hoşuma giderdi. Bahçelerden birine isim bile vermiştim. "Eşşekli bahçe". Bir gün yine bahçeye gittik. Biraz zaman geçti benim canım her ne hikmetse çay çekti. Haydii köyle bahçe arası nerden baksan yürüyerek kırkbeş dadika sürer. Daha işimizde bitmedi. Ben bir kere istedim ya kadının içi rahat edermi. Annemden uzaktayım, emanetim diye kıyamadı tabi, biz eve geldik. Aldık çayımızı, demliğimizi, bardağımızı... düştük bahçenin yoluna. Taştan ocak yaptık. Eşşekli bahçede güzel bir çay keyfi yaptık. Birde hiç unutmadığım çapa var. Rahmetli anneannemle, dedem çapa yapmaya bahçeye gidecekler benide götürdüler. Ben yılandan korkuyorum diye sırtlarında duruyorum. Biraz dedemin sırtında, biraz anneannemin sırtında. Aşağı indiğim sırada çaktırmadan kesek (taşlaşmış toprak) alıyorum, dedemin çalışmaktan yıpranmış şalvarının küçük bir deliğinden onları içine atıyorum:))) Eve gittiğinde surat ifadesi çok komik oluyordu:) Nur içinde yatsınlar:( İkisini de çoooook seviyorum.   İlkokul beşinci sınıfa geçtiğim yaz tatilinde, köye gitmiştim. Gittiğim dönem bağ bekleme dönemiydi. Yani üzümler olmuş ama toplanmasına biraz zaman var. Bu süreçte herkes bağının başında durur. Yavaştan yavaştan kasalara üzümler daha sonradan pekmez yapılmak üzere toplanmaya başlar. Ben bulgur pilavı yemek istedim. Topladık yine tası tarağı bağ beklemeye gittik. Taştan ocak yaptık. Pilav miisss gibi pişti. Ama tabak götürmeyi unutmuşuz. Yufka ekmeğini serdik, ortasına pilavı döktük. Hala tadı damağımdadır. Her dediğimi yapardı, nazım ona geçerdi. "Ferik kızım" diye severdi.

Şimdi de oğlum yapıyor benzerlerini. Aramızda ki sevgi o kadar büyükki. Karşılıksız, samimi, içten... "Kasap sevdiği postu yerden yere vurur" atasözünde olduğu gibi.

Sevgi dolu kalmak dileğiyle...      

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Boya yapabilir miyim???


Bir haftadır yazmıyorum. Yazma işi alışkanlık olmaya başlıyor yavaş yavaş. Yazmıyorum değil yazamadım. Hafta sonu tarih kokan İstanbul'daydık.

Yolculuğumuzun onuncu dakikasında Efe "Geldikmi İstanbul'a" dedi. Dakika bir gol bir. Dört saat gidecez oğlum ne gelmesi. "Ben çok sıkıldım" dedi. Haydi dedim başlıyor bizim Efe ile İstanbul maceramız. Ama korktuğum kadar olmadı. Öğleden sonra yola çıktığımız için oğlumun uyku saatine denk geldi. On dakika sonra bir baktım Efe mışıl mışıl uyuyor. Yupppiiii... En güzel çocuk uyuyan çocuktur. Ohh bende kitap keyfi yaptım. Uzun yolda en sevdiğim şeydir kitap okumak.   

İstanbul kaçamağı çok keyifli ve eğlenceliydi. (Efe'nin bir kaç şeyini saymazsak). Bir balon makinası ve bir topaçla iki günlük İstanbul gezisini atlattık. Her gördüğümüz oyuncağı kötülemekten. "Aaa ondan evde var". "Aaaa o bozulmuş". "Aaaa şu oyuncakçıdan alalım". "Aaaa o şöyle o böyle" dilimizde tüy bitti derlerya işte öyle oldu. Ama bir tanesini unutturmak çok sancılı geçti. Sultanahmet Camiine giderken çarşıda püskürtme yöntemiyle boya yapıyorlarya ondan gördü. Dükkan sahibi tam biz geçerken içinde su vardı büyük ihtimal, püskürtürken gördük. Allahım yarabbim tutturdu ben bundan istiyorum. "Oğlum bu bizim işimize yaramaz" ama yoookk Efe için bulunmaz bir oyuncak "ben onu yeklamlayda göydüm, ben boya yapacağım". Dikkatini dağıtıyorum. Başka şeyler gösteriyorum. "Kuşa bak, işte kocaman tramvay geçiyor, dondurma alalım, sakız alalım" o anki sabrımla olayı hafif atlatmaya çalışıyorum. Ama yok yok yok. "Ben boya yapacaktım onunla" diyor. Hah unuttu şükür diyecekken, "hani boyacı neyde, ben göyemiyoyum" diyor. Başka boyacıya gidiyoruz deyip ordan uzaklaştırdımya, burda ki amaç zaman kazanmak. Efe başka bir boyacıya gideceğimizi düşünürken dikkatini başka bir şeye çekip o anı unutturmak. Onbeş - yirmi dakika sonra üstü açık iki katlı otobüs gördük. Üstü açık olması dikkatini çekti herhalde şükür unttu. O süreyi sabırla geçirmek her yiğidin harcı değil. Etrafa gülücükler saçarken aslında sinirden içinde fırtınalar koptuğunu kimse bilemez. Olmayacak bir şey için yanında ağıt yakan bir çocuğu görüp "aaa yazık niye ağlatıyolar ufacık çocuğu" diye bakan insanlara sadece gülümsüyorsun.. Sanki çocuğu ağlattığın için insanlara açıklama yapma mecburiyetin varmış gibi hissediyorsun. "aslında çok saçma birşey için ağlıyor, bizim bir suçumuz yok gerçekten" der gibi bakıyorsun etrafındakilere:)))

Çocukların olur olmadık şeylere tutturmalarına çok gülüyorum. O anı yaşarken çok geriliyosun ama daha sonradan aklına gelince gülmeden edemiyosun. Sen çok yaşa be oğlum. Boya püskürtme makinası için de ağladın ya..........

Ramazan ayında oruçken camiileri ziyaret etmek manevi olarak beni çok mutlu etti. Aklıma gelen bütün duaları ettim. Tüm herkes için, memleketimiz için dua ettim. Huzur, sağlık, mutluluk, barış,.. Gönlümden diledim. Eyüp Sultan ve Sultanahmet Camiilerine gittik. Muhteşem bir mimari. Çok fazla türbe var. Oğlumun demesiyle Kocamaaan yapuya bindik. Çok yorucu bir gündü. Ama güzeldi. Çok fazla turist vardı. Özellikle Sultanahmet Camiinde oturmuş ibadet edenleri izliyorlardı. Bir tarafta Kur'an okunuyor, bir tarafta insanlar namaz kılıyordu. Huzur buldum o anda, hafifledim resmen. Yalnız bir şeye çok sinir oldum. Kapıda ayakkabılarımızı poşete koyup girdik. Neden galoş değilde poşet? Terli ayaklarımızla bastık halıların üstüne. Sonuçta orada ibadet ediliyor. Sadece namaz kılanlar çıkarsın ayakkabısını. Yakıştıramadım yane. İstanbul güzel memleket. Çok gezmedim ama her gittiğimde bir yerine gidiyorum işte yavaş yavaş.

İstanbul'u Dinliyorum
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Birşey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.

Orhan Veli KANIK


    


5 Ağustos 2011 Cuma

İftar saati

Hoşgeldin Ey Şehr-i Ramazan

Mübarek Ramazan Ayındayız. Bugün dördüncü oruca niyetlendik. Allahım kimseyi açlıkla terbiye etmesin. İçtiğimiz suyun, yediğimiz yemeğin kıymetini daha iyi anlıyoruz. Ezan okunduktan sonra su ile orucumuzu açtığımız o an.....

Ne güzel terbiyedir oruç. Seni nefsinin karşısına koyar. Bedeninin kabuğuna derin çizikler atar Teninde gül kokulu yaralar açar.

Somalideki çocukların resimlerini gördüm facebookta içim acıdı resmen. Allahım ne kadar zayıflar yavrum kıyamam. Aslında bütün ülkeler yardım ediyormuş fakat organizasyon eksikliğinden yardımlar ulaşamıyormuş. Öyle okudum ne kadar doğru bilmiyorum. Kadının bir tanesi şöyle demiş. "Aç kaldığıma üzülmüyorum, orucumu açacak bir şey bulamıyorum". Bu devirde bu kadar da olurmu dedim. Açlıkla pençeleşiyorlar. Nasıl ya dedim kendi kendime nasıl. Bu kadar her şey gelişmişken, bilmem ne kadar yemek çöpe giderken, insanlar bir gecede bilmem ne kadar harcarken nasıl insanlar açlıktan ölür dedim. Tabakta azıcık kalmış yemeği çöpe dökemiyorum. Ya da bozulmuş bir yemeği. Aklıma aç insanlar geliyor. Allaha şükür yiyecek ekmeğimiz var. Dört gözle iftar saatini bekliyoruz. Ya onlar.......

Dere çoşmuş çağlıyor
Dağı duman bağlıyor
Zengin olsan ne fayda
Fakir kardeş ağlıyor

....Oruç tutuyoruz, ezan okundu, iftar oldu..Efe bunları anlamaya çalışıyor bu günlerde. Annecim "orucu nasıl tutuyorsunuz." ya da "orucu geri nasıl aldınız", "oruç niye bozulmuş"... Sen oruç tutunmu sorusuna "ben oruç semem. Oruç demek yemek yemek " diyor. Orucumuzu açınca yemek yiyoruzya. Oğluşum yemeden büyümeye çalışıyor. Yemek dedinmi kaçacak delik arıyor. Acıktığı zaman "anne bana numuta yap" diyor. Keşke her öğün yumurta yese. Geçen gün hafta sonu keyfi yapmaya çalışıyorum. Efe gelip gidip anne "acıktım bana numuta pişir" diyor. Tamam oğlum yapacağım diyorum. Biraz zaman geçiyor Efe gene geliyor. Bu böyle bir süre devam etti. O kadar uykum varki beş dakika yaaa sadece beş dakika uyuyayım. Efe geldi bir hışımla "annecim acıktım diyoyum, numuta pişiy diyoyum, tamam diyosun tamam diyosun pişiymiyosun. Kaynım ayıcak şimdi" Hafta sonu keyfiymiş al sana keyif. Hala bunu anlamıyomusun sen çocuklu bir hatunsun artık. Birde beşşş dakika uykuymuş hadi ordan kalk çocuk acıkmış sen malak gibi yat. Eskidenmiş o güzelimm yatak keyfi, haftasonu keyfi. Kalk iş güç seni bekliyor. Bir hafta sonu keyfimde böylelikle yalan oldu. Ama herşeye rağmen Allahım oğluma sağlık versin. Gerisi hiç önemli değil. Anneliğin güzelliği, fedekarlığı, tadı işte burda saklı. Kahvaltı tepsisini hazırlayıp getirdiğim zamanki mutluluğunu görmeniz lazımdı. Annecim "seni dünyalay kaday seviyoyum" dedi bana. İşte benim için hafta sonu keyfi budur.   

Nasrettin hocaya sormuşlar 'hocam oruç bizden memnun mu' diye hoca da 'memnun olmasa her yıl on gün önceden gelirmiydi' demiş :))))

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Ben Küçükken

Oğlum henüz 3.5 yaşında ama bir başlıyor anlatmaya ben küçükken diye;

Küçükken İnci değilde ici diyormuş. Yemeğini hiç yiyemiyormuş. Dişleri yokmuş. koşamıyormuş. Televizyonu açamıyormuş. Ade ade diyormuş. Daha bunun gibi bir sürü şeyi sıralıyor. Şimdi büyümüş adam olmuşta bana küçüklüğünü anlatıyor. Daha dün gibi ultrasonda ayaklarını sevişimiz. Eşimle sana benziyor bana benziyor şakalaşmalarımız. Karnımdaki hareketlerini izleyişimiz. İki adım attı diye ağzımız kulaklarımıza varırdı. İlk anne demesi inanılmazdı.  

Hayat bir tren misali dur durak bilmeden hep ileri hep ileri. Bu hengame telaşe içinde ben ne zaman büyüdüm. Ne zaman anne oldum. Ne zaman geçti gitti çocukluğum. Çocukluk diyince; 

Benim çocukluğumun bir bölümü köyde geçti. Daha dün gibi aklımda, elma ağaçlarına tırmanışım. Rahmetli babaanneme çaktırmadan arkadaşlarıma çağla toplayışım. Daha dün gibi aklımda, asfalt yola tebeşirle çizgi çizip oynadığım. Tebeşirle çizilen birde cüz vardı onu oynardık. Ne güzeldi benim çocukluğum. Saatlerce bıkmadan usanmadan ip atlardık. Şimdiki çocukların çok şanssız olduğunu düşünüyorum. Bilgisayar denen bir kutuya bağımlılar. Çok erken yaşta tanışıyorlar. Çağımız teknoloji çağı bundan kaçamazsın. Efe'nin daha şimdiden 20'ye yakın CD'si var. Hepsinin kendince bir adı var. Şimşek, dıkın, miki faye, köfteler, mambıl, kurtcuk, kediler... Benim çocukluğumda ne bilgisayar ne de cep telefonu vardı. Çok kıymetli bir siyah-beyaz televizyonumuz vardı. Saat 13:00 de kapanıyodu. Şimdi düşününce çok komik geliyor. İstiklal Marşımız ile açılıp aynı şekilde marşla kapanıyordu. Sadece hafta sonları çizgi film olurdu. Ama herşey daha kıymetliydi. Hep denirya çocukluğumuzdaki bayramlar daha farklıydı, güzeldi diye. Gerçekten de çocukluğumdaki bayramların tadı bir başkaydı. Bayramlık diye bir şey vardı mesala. O kıyafet eskirdi ama adı bayramlık kalırdı. Bide rahmetli Ömer Dede vardı. Her akşam çok güzel hikayeler anlatırdı. Annem mısır yapardı ya da kestane. Boyumu aşacak kadar kar yağardı. Açılan yollardan giderdik okula. Ne zaman geçti gitti çocukluğum. Birden çok yaşlandığımı hissettim. Ama her yaşın kendine göre güzellikleri var. Şimdide anne olmanın keyfini yaşıyorum. Allah ömür verirse bir zaman gelecek torunlarımla nine olmanın tadını yaşayacağım dimi ama:)

Oğlum, babası ve ben dün markete gittik. Tutturdu oyuncak diye. Gitti uzaktan kumandalı kepçe beğendi. Evde o kadar çok oyuncak var ki. Almak istemedik. Bu gidişle doyumsuz olacak. Paramız yok dedik. Elimzdeki para ona yetmez dedik. Bir şekilde ikna ettik, almadan çıktık. Sabah işe geleceğim kapıda beni yolcu ediyor bir taraftan da "Anne biz paramız az olduğu için mi oyuncak alamadık. Ben babanın dükkanına gideyim. Avuç dolusu para kazanayım. Oyuncağı alalım". Oyuncak almak için her zaman bir çözüm bulur. Daha bununla ilgili bir kaç tane daha hikayem var. Diğer yazılarımla paylaşırım artık.... İçimizdeki çocuk hep yaşasın...